Çeşme'den Darıca'ya 7 gün...

Önce olaya müdahil olan kişileri tanıtarak başlayalım: 


Enes: 8,5 metrelik Polimarin marka yelkenliyi alan arkadaş. 6,5 metrelik kamaralı teknesini satarak yelkene terfi ediyor. İnanılmaz bir deniz ve yelken tutkunu.

Tarık: 4,5 metrelik bir sandalı ve 10 metrelik bir motor yatı çeken 5 beygirlik bir Yamabisi motoru var(Çalışırsa...). Çok iyi yemek ve meze yapar, neşe kaynağıdır, çok çalışkandır ve iyi dümen tutar :)

Erol Abi: Çocukluğundan beri kullandığı ahşap sandalı (emektarı) hala duruyor. Şimdi bir de Rota Fisher'i var. Ömrünün geri kalan kısmını denizde geçirmeye kararlı.Gözü yelkenlilerde.

Cengiz: 4,5 metrelik bir sandalı var. Sabahın köründe, gecenin yarısında herdaim balıktadır. Gönlünde daha büyük bir tekne vardır. 

Metin: Mürettebata dahil olmayıp Darıca'dan Çeşme'ye karadan ulaşım sorumlusudur :) Balık malzemeleri satar ve iyi balık tutar. Hiç yelkenliye binmemiş biridir. İlk bindiğinde direğin tepesine çıkıp orada kesintisiz 5 saatini geçirmiştir. Şimdi randa yelkenli bir teknesi var.

Shero : Bir yönetmen. Ama filmlere ve setlere ara vermiş, Sivrice'de Vedat Abayoğlu ile kendini doğaya, denize ve balığa adamış iyi yürekli bir insan.

Ve ben: Çocukluğundan beri sandalı olan, şimdi 6,5 metre kamaralı, motorlu bir tekne sahibi, hiç yelken kullanmamış ama herkese yelkenliyi aşılamaya çalışan, inşallah 2 yıl sonra emekli olunca yelkenlisi olacak olan birisi :)

Not: Aramızda yelken deneyimi olan hiç kimse yok. Amatör Denizci Belgesi olan sadece bir kişi var. (Ben) - (Şimdi hepimizin ADB belgesi var). Önemi var mıydı? Varmış. ABD belgem sahil güvenlik tutanaklarına geçti :)


Olayın Başlangıcı:

      Enes yelkenli almaya karar veriyor ama ilk başlarda gönlü daha çok rahat bir gezi teknesinden yana. Cengiz, Enes ve ben Ataköy Marina'da gulet benzeri bir tekneye bakmaya gidiyoruz. Teknenin sahibi aynı zamanda Ataköy Marina'daki kafeteryanın da ortağı. Tekneye çıkıyoruz. Boğazda bir deneme seyri yapıyoruz. Benim teknede hoşuma giden tek şey boğaz seyrinde içtiğimiz iki tek viski... Teknede direk var bumba yok, baş ıstalya var, furling ve cenova, flok yok. Ancak teknenin sahibi yelken yaptığını söylüyor. Cenovayı nasıl takıyor, nasıl açıyor çözemesek de olabilir diye düşünüyoruz. Ancak tekne rahat mı rahat, keyifli. Enes'in hoşuna gidiyor. Karada çay, kahve eşliğinde pazarlık bitiyor. Bir kaç gün sonra Enes kredi işleri için bankaya gidiyor, tam kredi anlaşmasını yapma aşamasındayken, daha önce internet üzerinden bulduğu ve 1/3 oranında indirim teklif ettiği Polimarin Pala 8'in sahibi Enes'i arıyor ve anında bütün kararlar değişiyor. Benim tekneye geliyor. Durum kritiği yapıyoruz. Tekne Çeşme Marina'da. "Gider miyiz?" gibi saçma bir sorudan sonra "Ben uçak biletlerini alıyorum o zaman" diyor da... Bir sıkıntı var. Ben uçağa binemediğim için o uçakla ben otobüsle sabah İzmir'de buluşuyoruz. Bir pastahane bahçesinde boyoz kahvaltısından sonra tekne sahibi Mehmet Bey'in şoförü bizi alıyor. Marinada Mehmet Bey'le buluşuyoruz. Teknenin bakımının tam olduğunu ama yalnızca baş ısralyanın direk tepesindeki bağlantısının kopuk olduğunu ve bunun onarımını kendisinin yaptıracağını söylüyor. Tekneyi kabataslak bir inceliyoruz. Ön ısralyanın üst ucu mandar halatına bağlanmış. Deneme seyrine çıkıyoruz. Tabi yelken açmadan motor kuvvet Çeşme açıklarında dolaşıyoruz. Hava fazla sert değil ancak sürat teknelerinin bir kaç iri dalgasıyla sallanınca ıstralyaya bağlı halat gevşiyor ve biraz tehlikeli bir şekilde savrulmaya, direğe çarpmaya başlıyor. Ben halatın boşluğunu alıyorum ve seyri sonlandırıp marinaya dönüyoruz. Marinadaki kafeteryada oturup kahveler söyleniyor, ayrıntılar konuşuluyor. Hesap geliyor, ben ödeyeyim diye atılıyorum, Mehmet Bey izin vermiyor. Hesabı görünce bende sessiz bir "gulpp". Olsun pahalı bir centilmenlik yapmış oldum. Sonunda Mehmet Bey'in bir elamanıyla İzmir'e gidiliyor. Günün geri kalan kısmında banka, devir teslim, sigorta işleri hallediliyor ve geldiğimiz gibi, ben otobüsle Enes uçakla Darıca'ya dönüyoruz.
      Darıca'ya döndükten sonraki on gün, akşam üstleri limanda birimizin teknesinde toplanıp, çeşmeden nasıl geleceğiz planlamalıryla geçiyor. İlk başlarda Enes ile ikimizin planladığı seyirin mürettebat sayısı günler geçtikçe artıyor ve beş kişi oluyoruz. Yapılan planda Metin arabasıyla bizi (Enes, Tarık, Erol Abi ve ben) Çeşme'ye götürüyor. Cengiz de sonradan kendi imkanlarıyla çeşmeye gelip bize katılıyor. Hazırlıklar bitiyor ve beş mürettebat yola çıkıyoruz. Buraya kadar plan tıkır tıkır işliyor. Güneşin ilk ışıklarıyla Çeşme'ye varıyoruz. Çevrede bir yaşam belirtisi yok. Marinanın girişi kapalı. Yan taraftan denize ulaşıyoruz.. Kimseler yok.. Kendimizden başka gördüğümüz tek canlı marina kenarında yüzen kefaller. Marinanın dışından her bir köşesini dolaşıp çekek yerinde uyanık bir insanoğlu buluyoruz. Bekçi... Enes durumu anlatıyor. Mehmet Bey'in adı, satın alınan teknenin adı filan derken içeri girme izni alıyoruz. Fazla oyalanmadan direk gidip teknemize kavuşuyoruz. Kamara kilitli olmadığı için içeri girip bir süre sağı solu inceleyerek zaman geçiriyoruz.Sonra marketten alınan kahvaltılıkları çıkarıp, kamara içinde adeta açık denizlerde havaları ile ilk kahvaltımızı yapıyoruz. Güneş kendini hissettirmeye başlayınca kamaranın bütün keyfi kaçıyor. Dışarısı daha da sıcak. Havuzlukta tente yok. Pontonlarda gölgelik yok. Pontonların girişindeki gölgeliklerde, armut koltuklara yayılıp  Mehmet Bey'in göndereceği, ıstralya ve furlingi onaracak ustaları beklemeye başlıyoruz. Sonunda beklenen ustalar, mesaiye biraz geç kalma hakkını kullanan devlet memuru edasıyla  geliyor. Furling ve ıstarlayanın kısa bir incelemesini yaptıktan sonra işe girişiyorlar. Güneş iyice yakmaya başlıyor. Kamarada durulacak gibi değil. Erol Abi'yle ben bütün hacim hesaplarını zorlayarak, pontondaki bir elektirik panosunun gölgesine oldukça samimi bir şekilde sığınıp, can sıkıntısından, yanı başımızdaki mega yatların kötü taraflarının kritiğini yapıyoruz. Bir ara şaşkınlıkla fark ediyorum ki, ustalardan biri furlingin alt bağlantısını sökemediği için bir maket kıl testeresi ile ısrtalyayı kesmeye çalışıyor. Yarım saat filan geçiyor hala uğraşıyor. Daha fazla dayanamayıp yanına gidip bu çelik teli kesmek için başka bir aletin yok mu diye soruyorum. Küfürlü gözlerle bakarak, "Marina içinde kıvılcım çıkartan aletler kullanmak yasak" diyor. Direğin tepesindeki eleman ise tornavida ve anahtarla sökemediği bağlantıları çekiçle cezalandırıyor ve çok geçmeden balon yelkenin bağlantı aparatları daha fazla dayanamayıp denize atlayarak canını kurtarıyor ama bolon açabilme olanağı da böylece balon olup uçmuş oluyor. Sonra bir kaç kez daha ustalarla yaptıkları iş hakkında bir şeyler konuşmak istesem de, hiç bir yanıt ya da tepki alamadığım için kendimi vericisi bozulmuş telsiz gibi hissediyorum ve olayları sadece uzaktan seyretmeye karar veriyorum. Tabi ki o gün iş bitmiyor ve ustalar gidiyor.Yapacak bir şey yok. Mecburen gece havuzlukta oturup Tarık, Erol Abi ve ben rakı keyfi yapıyoruz. Enes, Metin ve Cengiz de çay keyfinde. Ertesi sabah bizim ustaları uyku tutmamış olsa gerek ki erkenden tekneye damlıyorlar ama direk elemanını yanlarında getirmeyi unutmuşlar.İki semiz ustamızın ise direğe tırmananabilecek bir görüntüsü yok. Bizim kaybedecek zamanımız yok. "Direk için nasıl bir eleman lazım?" sorusunun yanıtı; "Kilolu olmayan, elinden iş gelen biri". Anında herkes Metin'e bakıyor, Metin de herkese bakıyor ve Metin direğin tepesinde. Bir şeyler yapılıyor, saatler geçiyor, ve aksilik ustalara gerekli bir parça yanlarında yok. İzmir'e gidilmesi gerek. Mecbur beklenecek... Zar zor çalışan vinçle Metin'i direğin tepesine çıkaran Enes aşağıdan sesleniyor: "Metiin rahat mısın?". Bir şeyden haberi olmayan garibimden ses geliyor: "Burası iyi abi sıkıntı yok". Yanıt: "İyi ozaman beş on dakika bekle usta malzeme alıp gelecek". Böylece seyre bile katılamayacak, yalnızca karadan ulaşımımızı sağlayan Metin'nin saatler süren direk sefası başlıyor. Ama nafile yine o gün de iş bitmiyor. Zaten cenova yelkenin de ufak tefek onarımlar için atölyeye gitmesi gerekiyor. Sonuçta bir gece daha Çeşme Marina bize katlanacak. Pazartesi sabahı ustalar geliyor ama yine iki kişi, yani direk elemanı yine yok. Metin de dün gitti. Bütün gözler ikinci zayıf insan Cengiz'de ve Cengiz direk sefasında...Ama öncesinde atölyeden getirilen furling ve ıstralya pontona yatırılıp çin işkencesinden geçirilerek bir güzel terbiye ediliyor. Sonra kıç ısralya liftin uskuru iyice gevşetilerek, direğin biraz öne esnemesi sağlanıyor ve furling bağlanıyor. Kıç ıstarlaya uskuru gevşetilirken telle birlikte döndüğü için telin örgüsü gevşiyor ama kimin umurunda. Ben de bir şey demiyorum, desem de sesim ustalara ulaşmıyor. Sonunda ıstralyalar gerilip, cenevo yerine takılıyor, eskimiş iskota ve mandar halatları değiştiriliyor.
      Bu arada iki gün boyunca ıstralyacı ustaların uğraşıları arasında biz motorun bakımları konusunda Mehmet Bey'e ısrarcı sorular soruyoruz. Mehmet Bey son derece temiz, dürüst bir insan. Bize bir ustaya motorun bütün bakımlarını yaptırdığını söylüyor. Ama bana motor hiç de öyle görünmüyor. Özellikle egzosdan atan su hiç yeterli görünmüyor. Sonunda Mehmet Bey son kontorller için ustasını çağırıyor. Motor ustası da, Mehmet beyi ikna ettiği gibi, bizi de bütün bakımları yaptığı konusunda ikna etmeye çalışıyor. Kayışlar, kelepçeler, filtreler hiç yeni değişmiş gibi görünmese de ben özellikle impeller pervanesinde ısrar ediyorum. Söküp bakıyoruz... İki dişi kalmış canavar...Usta gidip impellerı getiriyor ama bizim motorun markası Nanni usta Volvo Penta impellerı getiriyor. İç çapı, dış çapı, kalınlığı birebir aynı ama orjinalinde 8 kanat var bunda 6. Çeşme'de bulma şansımız olmadığı ve İzmir'e giderek daha fazla zaman kaybetmek istemediğimiz için, iki dişi kalmış canavarımızı ne olur ne olmaz diye saklayıp, Volvo Penta impellerını taktırıyoruz. Bu arada en büyük gafletimiz ise, arada lafı geçse de, salmastrayı hiç kontrol etmiyoruz. Belki de ustanın motorun bakımları konusunda ısrarla verdiği güvenceler bir şekilde etkili oluyor.
      Yaşanılan bunca terslik ve sıkıntıdan sonra, Cumartesi günü planladığımız yola çıkışımızı ancak Pazartesi günü öğleden sonra saat 4'e doğru gerçekleştiriyoruz. Ancak hepimizin küçüklü büyüklü motorlu teknelerimizin olmasına karşın, bu tekneyi marinadan çıkartmak biraz gözümüzü korkutuyor. Daracık pontonların arasından diğer teknelere ve halatlara dokunmadan kıvrılarak dolanmak konusunda aramızda kendine güvenen yok. Marina botunu bekleyerek daha fazla zaman da kaybetmek istemiyoruz. Sonunda çözüm bulunuyor. Bizi marinanın çıkışındaki mazot iskelesine kadar götürmek için ustayı ikna ediyoruz. Mazotumuzu doldurup, palamarları çözüyoruz. Enes yeni teknesinin dümeninde, biz ise sağa sola çarpmadan çıkalım diye teknenin muhtelif yerlerine dağılmış hazırda bekliyoruz. Biraz zorlu bir tornistan manevrasından sonra nihayet marinadan çıkıyoruz ve anında bütün sıkıntılar unutuluyor, keyifler 3,5. Gelsin kahveler, biralar... Rotamız Karaburun. Motor kuvvet gidiyoruz. Rüzgar yok. Zaten olsa da aramızda hiç daha önce yelken açmış insan yok. Ama hepimizin, hatta hep birlikte her fuara gidip, bir sürü yelkenli gezerek, müthiş yelkenli deneyimlerimiz var. Yeter daha ne olsun? Gerisini yaparak ve yaşayarak öğreneceğiz elbet. Ama ne çare rüzgar sıfır bofor. Yoksa biz yapacağımızı biliriz...
      Otopilotun yeke dümene nasıl takılacağını keşfetmemiz çok bir işe yaramıyor.Çünkü çalışmıyor. Chartplotter gibi bir şey var ama o da çalışmıyor. Kağıt haritalarımız da yok ama google maps'ten rota çizip çıktı aldığım kağıtlar var. En azından etaplarımız ve uzaklıklarımız belli. Pusulımız var ama o da tek başına çok fazla bir işe yaramıyor. Sonuçta kullanılan tek cihaz akıllı telefonlar oluyor. Derinlikleri bilemediğimiz için oldukça açıktan seyir ediyoruz. Güneş batmaya başlıyor ama biz hala Karaburun rotasının yarısındayız ve karanlıkta bilmediğimiz bir barınağa ya da koya girmek istemediğimiz için, hava kararmadan yakınlarda geceyi geçirebileceğimiz bir koy arıyoruz. Akıllı telefonlarda maps açılıyor, harıl harıl araştırmalar yapılıyor. Telsizle bir yerlere ulaşmaya çalışıyoruz ama telsizin direği kırık, kıç kamarada yatıyor. garibim ne yapsın. Telefondan karadaki bir otelin numarasını bulup arıyoruz ancak bağlanacak bir yer konusunda bize yardımcı olamıyorlar. Sonunda telefondaki haritalardan yakınımızda her havaya kapalı bir koy bulunuyor. Telefonun gps'i koyun tam önlerinde olduğumuzu gösteriyor ama gözle görünürde bir koy yok. Keşke bir dürbünümüz olsaydı. Gps'te haritaya bakınca koyu geçtiğimiz görünüyor ve biraz daha kıyıya yanaşıp geri dönmeye karar veriyoruz. Biraz yaklaşınca, uzaktan ne olduğunu anlayamadığımız şeylerin balık çiftlikleri olduğunu fark ediyoruz ve çok geçmeden koyun girişi görünüyor. Hava iyice alaca karanlık olurken koyun içerisindeki büyük ve boş tonozlardan birine bağlanıyoruz. Etrafta birkaç küçük yapıdan başka yerleşim görünmüyor ama koyun iç kesimlerinde bağlı küçük tekneler var. Tonoza bağlanır bağlanmaz, Enes'le Cengiz dingiyi indirip, zıpkınla balık avlamaya gidiyor. Hava iyice kararmış ama Enes'te dip feneri var. İyice kıyıya yaklaşınca Enes zıpkınını alıp suya giriyor. Kısa bir süre sonra Cengiz dingide Enes ondan uzak bir noktada bir birilerine bağırarak bir şeyler söylüyorlar ama bizden uzakta oldukları için neler olup bittiğini ancak onlar tekneye döndüklerinde anlayabiliyoruz. Enes bir ahtapot vurmuş, dinginin içine atmış. Hayvan rahat durur mu Cengizin bacaklarına sarılıyor, Cengiz de küreği çıkarıp ahtopotu itelerken hayvan bu defa da küreğe sarıldığı için kürek çekip Enes'in yanına gidemiyor. Sonuçta ahtapot da, Cengiz de, Enes de can derdine düşmüş bağrışıp çağrışıyorlar.Tekneye geldiklerinde, Enes ahtapotun kafasını ters çevirip daha fazla acı çekmeden ölmesini sağlıyor. Beş aç denizcinin eline düşen ahtapot daha tekneye girmeden tencereye giriyor, tencereden çıkmak da kısmet olmuyor. Biraz kaynadıktan sonra herkes bir bacağının tadına bakınca, ahtapotu nasıl servis edelim gibi bir sorun da kalmıyor. Rakılar, çaylar eşliğinde yolculuğumuzun en keyifli ve en sorunsuz günü de sonlanmış oluyor. Sabah günün ilk ışıklarıyla dingiyi güverteye alıp, tonozdan çözülüp motoru çalıştırıyoruz. İkinci gün rotamız önce Ayvalık'ta kısa bir mola verip Erol Abi'yi onu yazlıkta bekleyen eşine teslim etmek ve erzak takviyesinden sonra hava kararmadan Sivrice'ye varıp, orada Shero'yla buluşmak. Enes'le ben dümen başı sabah kahve keyfi yaparken güneşin etkisiyle diğer mürettebat da birer ikişer kamaradan havuzluğa çıkıyor. Seyir halinde, karın doyurmaca bir kahvaltı.Akıllı telefonları olanların elinde telefon, benim önümde bilgisayardan google ile çizilmiş rota çıktıları, tartışılan konu; Ayvalık'a en kısa zamanda ulaşabilmek için iyice Midilli kıyılarına yanaşmamız gerekiyor, ancak Enes'ten başka hiç birimizde pasaport yok, transit log yok. Enes Yunan sahil güvenliğin, gelir kaynağı olarak gördükleri için yelkenlilere karışmadığı konusunda bizi ikna ediyor. Middilli'ye evleri, arabaları görecek kadar yakınlaşınca, haliyle herkesin gözleri fıldır fişek etrafta Yunan sahil güvenliğini arıyorken, puruvamızda oldukça ileride denizin üzerinde dağınık küçük karartılar görüyoruz. Görünen en büyük cisme iyice yaklaştığımızda, oldukça büyük, siyah bir bot olduğu ortaya çıkıyor. Yalnızca burun kısmındaki hava bölmesi patlamadığı için arka taraf tamamen dibe çökmüş, burnunun bir kısmı suyun üstünde. Büyük olasılıkla arkasında motor hala bağlı olduğu için botun kıçını batırmış. Ancak böyle bir şişme botun bir sürü hava bölmesi vardır ve patlamadan ya da patlatılmadan bu şekilde batma olanağı yok. En fazla alabora olur ama yüzer. Teknede, o aralar yaygın olan, Yunan sahil güvenliğin kaçak göçmen teknelerine ateş açarak batırıp bıraktığı söylentilerinin dedikodusu dolaşıyor. Çevrede denizin yüzeyinde yüzen sırt çantaları, terlikler, can simitleri var. Biraz uzağımızda insan kafasına benzer şeyler de görüyoruz. Ama teknede dürbün olmadığı için her birinin yanına gidip tek tek inceleme yapmamız gerekiyor. Ancak Yunan kara sularındayız, transit log yok, pasaport yok. Büyük olasılıkla Yunan sahil güvenliği en azından radarlarında bizi ve hareketlerimizi inceliyor. Herkes bütün dikkatiyle etrafta bir canlı belirtisi var mı diye çevreyi inceliyoruz. İnsana benzeyen karaltıların hiç birinde hiç bir canlılık belirtisi yok. Yanlarına gitsek de göreceğimiz şey ceset olacak ve yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Büyük bir moral bozukluğu içinde Ayvalık rotamıza devam ediyoruz. Bütün keyfimiz kaçıyor. Uzun bir süre etrafımızda yüzen şamrel, terlik gibi eşyaları incelerken gözlerimiz hala acaba canlı biri var mıdır diye denizin üzerini tarıyor.
      Deniz tam palpa liman. En küçük bir esinti yok. Denizin ortasında çöl sıcağıyla kavruluyoruz, sadece kumumuz eksik. Kamaranın içinde durmanın imkanı yok. Havuzlukta da bimini (tente) yok. Küçücük bir ağacın gölgesine sığışmaya çalışan koyunlar gibi, lazy bag'in gölgesine dizilip oturuyoruz. Otopilotumuz çalışmadığı için güneş altında dümen devriyesi yarım saatte bir değişiyor. Ve bir anda harika bir rüzgar, herkeste bir hareket... Hemen cenova açılıyor. Hepimizin ilk yelken deneyimi yaşanıyor. Serinlikse serinlik, hızsa hız. Geniş apaz motor yelken gidiyoruz. Hızımız 10 mile yaklaşıyor. Ana yelkeni de açsak mı? Zor iş, böyle iyi derken rüzgar geldiği gibi gidiyor. Nereden geldi, niye gitti derken yapacak bir şey yok, hepimiz lazy bag altındaki yerlerimizi alıyoruz ve öylece Ayvalık'a kadar ulaşıyoruz. Derinliği kontrol ederek, Badavut Plajı yakınlarında bir iskeleye kıçtan kara yanaşıp, Erol Abi'nin eşi Nurten Hanım'la buluşuyoruz. Onlar teknede kalıyor biz zorunlu ihtiyaçlar, erzak ve mazot takviyesi için onların arabalarını alıp çarşıya çıkıyoruz. Döndüğümüzde rüzgar kuzeyli ve birazda şiddetli.Erol Abi ile Nurten Hanım  "Geç oldu, havada sertleşti, bu gece bizde kalın yarın gidersiniz" diye ısrar ediyorlar. Ancak bizim ekiptekilerin izinleri sınırlı, yitirilecek günümüz yok. Onlarla vedalaşıp, vira demir diyerek palamarı çözüyoruz. Rüzgar kuzeyli ve sert ama bizim orsa seyri yapacak deneyimimiz de, zamanımız da yok. Basıyoruz motorun gazına. Dalgalarla fazla yalpalanmamak için adaların arasından geçmeye karar veriyoruz. Enes'le Tarık arkadan sahte oltaları bırakıp sırtı yapıyor. Ben de kamera elimde manzara, dalga çekimleri yapıyorum. Ancak oltaya balık yerine bir martı geliyor. Enes hayvancağızı tekneye çekiyor, Tarık'la ikisi zavallı hayvanı oltadan kurtarmaya çalışırken martı gagasıyla Enes'e yapışıyor, martıyla Enes'in bağırtıları birbirine karışıyor. Bu arada ben hala çekimdeyim. Enes can havliyle bana kızıyor ama en çok ben kendime kızıyorum. Çünkü kamerayı açmışım ama kayıt tuşuna tıklamamışım. Sonunda gagasına sigara paketi sıkıştırılıp, penseyle zavallı martı kurtuluyor ve o günlük sırtı maceramız da böylece sona eriyor.
      Güneş iyiden iyiye kaybolurken, dalgalar da iyice irileşiyor. Tarık yeke dümene sarılmış dalgaları iskele baş omuzluktan alıp, tekneyi dalga üstünden kaydırmaca oynayarak keyifli anlar yaşıyor. Ben bir süre güvertede teknenin burnunun dalgalara gömülüp çıkışını çekmeye çalışıyorum ama makinenin şarjı bitiyor ve zatende hava iyice kararmış durumda. Makineyi şarja takmak için kamaraya iniyorum. Kamaranın içi tamamen karanlık. Son basamaktan inince ayağım bileğime kadar suya giriyor. Bu ne kovaya mı bastım derken fark ediyorum ki farş tahtalarının üstü en az beş parmak su....İlk tepkim kamaranın kapısından kafamı uzatıp; "Enes su alıyoruz" diye bağırmak oluyor. Enes hala işin farkında değil, "Buzlar erimiştir abi" diyor. "Yerde bir karış su var" diye bağırıp, aceleyle ışıkları açıyorum. Kamaranın zemini tamamen su altında ve masanın üstünde, etrafta ne varsa hepsi sallantıdan ortaya saçılmış, suyun üstünde yüzüyor. Cehgiz de kamaraya geliyor ve suda yüzen ıslanmaması gereken eşyaları kanepelere atıp, taslarla zemindeki suyu kovalara doldurmaya başlıyoruz. İlk başlarda su hiç azalacak gibi görünmüyor. Ben kontrol panelinden otomatik olmayan sintine pompasını çalıştırmayı deniyorum, bir ses geliyor ama pompa çalışmıyor. Kamaranın içinde Cengiz iskele, ben sancak tarafında harıl harıl taslarla kovalara su dolduruyoruz. Sanırım bizim dalgalardan yediğimiz dayağı çok fazla insan yememiştir. Her tarafa çarpmamız yetmezmiş gibi bazen Cengiz'le kafa kafaya tokuşarak, ama durmaksızın su tahliyesine devam ediyoruz. Dalgalar iyiden iyiye şiddetlenmiş olmalı. Bazen doldurduğumuz kovayı dışarı uzatırken Tarık'a bakıyorum. Yeke dümenle bütünleşmiş "sıkıntı yok kontrol bende" diye bağırıyor. Enes bir yandan bizim uzattığımız kovaları havuzluğa boşaltırken, bir elinde de telefon sürekli yardım arıyor. Sivrice'deki Shero'ya ulaşıyor. Bir süre devam eden konuşmalardan sonra, gelen haberde, hiç bir balıkçı teknesinin yardıma gelmek için bu havada açılmak istemediğini öğreniyoruz. Bu arada kamaradaki suyu iyice boşaltıyoruz, ancak durduğumuz anda su artmaya devam ediyor. Su arka taraftan bir yerden geldiği için, motorun kasasını çıkartıp el feneriyle bakınca, salmastradan iki parmak kalınlığında suyun içeriye dolduğunu görüyoruz ama o anki panik durumunda o salmastraya nasıl ulaşıp sorunu çözebileceğimizi düşünemiyoruz. Oysa kıç kamaradan kapağı açsak salmastraya ulaşacağız. Benim en büyük korkum, salmastraya yakın akülerin su alması. Enes son çare olarak sahil güvenliği arıyor. Sahil güvenlik bizi kurtaracak ama tekne?...Teknenin sigortasını yaptırdık ama yine de haliyle tekneden de vazgeçemiyoruz. Enes sürekli telefon trafiğinde. Bir şekilde sahil güvenlik komutanının telefonuna ulaşıyor. Sahil güvenliğe konuşarak nerede olduğumuzu söylüyor ama sahil güvenlik konumunuzu bildirin diyor. Enes ne desin... "Komutanım öyle bir imkanımız yok. WhatsApp'tan konum atayım mı?" Yanıt "Gerek yok biz sizi buluruz". Nasıl bulacaklar filan derken, o an fark ediyoruz ki, radar yansıtıcımız bile kamarada dolapta. O havada aceleyle radar yansıtıcısı bulunuyor ve kıç ısralyaya asılıyor. Bir saate kalmadan, biz küçük bir sahil güvenlik botu gelecek diye beklerken, hücümbot gibi koca bir tekne yanımızda bitiyor ve megafonla "yol kesin önünüze geçeceğiz, buruna geçin el incesi atacağız" gibi bir uyarı geliyor. Enes o yalpada iskele tarafından denize düşmemek için sürünerek buruna kadar geçiyor. Atılan el incesini alıyor, çekiyor ama gelen halat feribot halatı... Bizim koç boynuzlarına nasıl sığsın... Bir şekilde bir yerlere sabitliyor ve havuzluğa dönüyor. Motoru her ihtimale karşı kapatmıyoruz ama hepimizde bir rahatlama... Havuzlukta oturmuşuz, normal hızımızın bir kaç katı mille giderken, bu kez kamarada azalan suyun, o hızla teknenin kıçına biriktiği yorumunu yapınca, Enes tekrar sahil güvenliği arayıp; "Komutanım biraz hızınızı keser misiniz? Kamaraya giren suyu boşaltamıyoruz" diyor.(Enes'in sahil güvenlik komutanına neden, nasıl böyle nazı geçiyor? Onu açıklamayacağım.) Civarda bizim sorunumuzu çözebileceğimiz en gelişkin barınak Küçükkuyu olduğu için rotamız Küçükkuyu'ya değişiyor. Koca sahil güvenlik barınağın içine kadar girecek hali yok ya... Bizi barınak açıklarında bırakıyor. Hemen barınağa girip, bağlanacak yer ararken, kıyıdan biri palamarımızı almaya hazır... Sıkıntısız yanaşıyoruz da tekne hala su almaya devam ediyor. Öyle karayı filan öpmüyoruz tabi ki, o anki en büyük derdimiz tekneye giren suyu kesmek ya da çalışan bir sintine bulmak. Liman içinde bir kalabalık, bir eğlence.... Biz kendi derdimizdeyiz. Enes acilen bir balıkçıdan portatif bir sintine pompası buluyor ama onu kullanmaya bile gerek kalmadan Shero'nun bulduğu motor ustası tekneye gelip, arka kamara girişindeki kapağı açıp salmastraya ulaşıp, hortumu biraz sıkıştırıp, suyu kesince, ulan biz niye bunu akıl edemedik de onca sıkıntıyı yaşadık diye kendimi salak hissederken, fark ediyorum ki bu öyle, açıklardayken o kadar da çözüm olmazmış. Çünkü salmastra hortumu kelepçe tutmuyor, sakız gibi yumuşamış. Nasıl böyle bir hortum bu hale gelir. Bunu sonradan Enes'ten öğreniyorum. Meğerse geçmiş bir tarihte mazot deposu kaçak yapmış, salmastra hortumu uzun süre mazot içinde kalmış ve büyük olasılıkla mazot da lastik hortumu eritmiş. Geçici olarak pelteleşmiş hortum sıkıştırılıp su kesiliyor ama motor çalıştırılıp şaft ilk döndüğünde su almaya devam edeceği kesin. İşin komiği yol boyunca tık demeyen sintine pompası da harıl harıl çalışmaya başlıyor. Sonuçta onca sıkıntıdan sonra gecenin kalan kısmı rahat ve huzur içinde geçiriliyor. Ertesi gün ilk iş sorunun köklü çözümü için bir usta aramak. Yörenin en tanınmış ustası "Bir dakika İbrahim Usta" bulunuyor. Adamın lakabı böyle. Bir dakikaya geliyorum diyerek bir gün bekletmesiyle ünlü ama işinin uzmanı. Sonuçta Enes'in ikna yeteneğiyle, sabah geleceğini söyleyen Bir Dakika Abi akşam üstüne doğru tekneye geliyor. Kısa bir incelemeden sonra, şaft dışarıya doğru ittirilemediği  için, kaplinin sökülüp motorun takozlardan sökülerek geri çekilip salmastra hortumunun değiştirilmesine karar veriliyor. Motor takozları sökülünce, neyse ki, korktuğumuz diğer şey başımıza gelmiyor. Çünkü takozlar değişmesi gerekse Bursa'dan gelmesini bekleyeceğiz. Bir Dakika İbrahim Usta'nın değişik bir arabası var. Araba bildiğin Land Rover ama arka tarafı tamirhane, yok yok. Neyse motor söküldü, geri çekildi, salmastra hortumu değişti,Bir Dakika Usta işini gece saat 11'e doğru bitiriyor.

Küçükkuyu'da bir tam gün pineklediğimiz 
çay parkı. Ağların arkasında görünen de
bizim tekne.
     Daha önce barınak bekçisinin gösterdiği, liman boyunca uzanabilen, siyah kalın bir tatlı su hortumun ucunu teknenin yanına çekiyoruz. Bir kişi gidip 50 metre ilerideki vanayı açıyor ve sahildeki kalabalığın şaşkın bakışları arasında sırayla köpük köpük duş keyfi yapıyoruz. Hatta Tarık iyice havaya girip kıyıda peştamalıyla dolaşmaya başlıyor. Meğerse öyle de bir moda varmış; plaj havlusu niyetine peştamal...  Bu arada gün içerisinde ustayı beklerken, Enes'in getirdiği bir elektrikçi oto pilotun bağlantı sorununu da alel usul giderdi. Onca sıkıntıdan sonra bizim keyifler anında yine 3,5... Kim su almış? Kimi sahil güvenlik kurtarmış? Hiiiç... Sabahın saat üçünde palamarlar çözülüyor. Shero da bize katılmış, yörenin denizini biliyor. Ben zaten daha akşamdan bile kalamamışım... Mürettebat uykuda. Shero ile dolduruyoruz rakıları yola devam. Gecenin zifiri karanlığında kıyı kıyı ilerliyoruz. Shero'nun muhabbeti harika, buraları da biliyor, daha ne olsun... Bir ara sessizlik olunca aklımdan gündüz yanımızda bağlı olan Beneteau'nun sahibinin söylediği laf geliyor. Yaşadıklarımızı ve teknenin durumunu anlatınca "Allah sizin cezanızı vermiş." demişti. İnşallah cezamız bitmiştir diye düşünürken, Shero'nun puruvaya doğru tedirgin bakışları dikkatimi çekiyor. Ben de bakıyorum ama zifiri karanlıkta denizin üzerinde görülebilen hiç bir şey yok... "Ne oldu Shero, ne var?" deyince, "Buralar Suriye'li kaçakların geçiş bölgesi, botları siyah, ışık da yakmazlar. Çarparız diye kaygılanıyorum." Ahanda sana sabah macerası... İki dıkım uykum vardı, gözler fal taşı... Neyse ki öyle bir şey olmuyor. Gün ağrırken Enes de uyanıyor. Sivrice'ye yaklaşıyoruz. Ünlü balık üstadı, " Balık Profesörü", Vedat Abayoğlu da (Vedat Baba) rotamız üzerinde balıkta. Shero telefon ediyor, teknemize geliyor.
Vedat Abayoğlu ile sabah kahvesi.
 Sabahın en güzel sürprizi... Keyifli bir sabah kahvesi eşliğinde kısa bir sohbetten sonra yolumuza devam ediyoruz. Rotamız Yeniköy Balıkçı Barınağı. Amacımız geceyi orada geçirip, Çanakkale Boğazı etabını gündüz gözüyle tamamlamak. Ancak en büyük kaygı barınağın içinde yeterli derinliğin olup olmadığı. Çünkü teknenin salmamsı 1,5m. Enes'in telefonundaki uygulamadan sağlıklı bir derinlik bilgisi alamayınca, yine Google Earth açılıp inceleniyor. Kayıtta liman içinde büyük tekneler görünüyor. Bu arada dip görünebilecek kadar sığlık bir bölgeden geçerken, sahte ile sırtı avı da başlıyor. Uskumru, sinarit gibi çeşitli balıklar yakalıyoruz. Cengiz, Tarık ve bende bir coşku, bir keyif. Ama Enes'le Shero, bir kişiyi rahat doyuracak büyüklükteki sinaritleri oltadan çıkarıp çıkarıp denize atmaya başlayınca, şok olup, kediler gibi denize giden balıkların ardından baka kalıyoruz. İtiraz etsek de "yavruymuş, daha da büyümeleri gerekiyormuş.." Ben tutmuş olsam attırmazdım da, ben de o arada video çekmekle meşguldüm.
      Akşam üzeri hava biraz sertleşmeye başlamışken, biz de Yeniköy Barınağı'nın girişine geliyoruz. Liman içi derinlik konusunda kaygılarımız hala sürüyor, ancak hava kararmadan sığınabilecek başka bir yerimiz olmadığı için fazla da seçeneğimiz yok. Bir kişi burna geçip gözle derinlik kontrolü yaparken, yavaş yavaş limana giriyoruz. Açık tarafındaki mendireğe yakın iyice limana girip büyük balıkçı gırgırlarının arasında bir boşluğa kıçtankara bağlanıyoruz. Tarık hemen balıkları alıp limanın uygun bir yerinde ayıklamaya girişiyor. Biz de tesisleri (!) incelemek üzere sahile yürüyoruz. Sahilde tesis olarak yalnızca bir yer var, ama bir yer değil. Yani hem bakkal, hem kafe, hem balıkçı lokantası, hem meyhane, hem de plaj tesisi. Hatta bir boru ve bir vanadan oluşan bir duşu bile var. Balıklar pişirilmek üzere mutfağa teslim edildikten sonra hava kararmadan önce herkes kendini kumsala atıp biraz yüzüyor. Sonra da tek sıra duş kuyruğu. Ama olsun, tatlı suyla hatta şampuanla duş almak apayrı bir lüks. Duştan sonra deniz manzaralı masamıza geçiyoruz. Shero çoktan rakıya başlamış, Tarık'la ben de soğuk biralarımızı söylüyoruz. Bacaklarımızın arasında kediler, köpekler... Yan masada oturan yelkenci bir çiftle tanışıp biraz sohbet ediyoruz. Adam yelken seyirlerini anlatıyor. Çok iddialı. Ama derinliğe güvenmediği için teknesini limana sokmamış plajın önlerine alargaya bırakmış. Eşi barınak içindeki bizim tekneyi gösterip biraz sitem ediyor. İddialı anlatımlarının arasında bir ara Gezgin Korsan grubundan da hiç hoşlanmadığını söyleyince, biz artık kendi masamızdaki sohbete dönüyoruz.  Balıklar geliyor tam en keyifli anlar başlayacak derken, inanılmaz bir sivri sinek saldırısı başlıyor. Sürüler halinde direk sorti yapıyorlar. Plaj havlularını sırtımıza, bacaklarımıza kapasak da, yanak, kulak, burun, ayak allah ne verdiyse kamikaze dalışı yapıyorlar. Mekan sahibine sesleniyoruz "Arkadaş bu nedir? Noluyoruz?" Aldığımız yanıt; "Meraklanmayın, her gece bu saatte gelirler. En fazla yarım saat sürer, hiç bir şey kalmaz".... Ama yok olmuyor, yemek yiyemiyoruz. Sinekler bizi yiyor...Şikayetlerimiz artınca, adam sırtında bir ilaç pompasıyla gelip masa çevresini ve altını ilaçlamaya başladı. Bacaklarımıza bacaklarımıza sıktırdık da biraz rahatladık. Ama aynen dediği gibi yarım saat sonra tek bir sivri bile kalmadı. Demek ki neymiş; Yeniköy'de yemek ya daha erken, ya da daha geç yenilecek.
      Yemekten sonra tekneye geçiliyor ve havuzlukta içenlerin rakı keyfi biraz daha devam etse de yorgunluktan herkesin uykusu geliyor. Ertesi sabah ortalık aydınlanır aydınlanmaz palamarları çözüyoruz. Güneşi denizde, seyir halindeyken, sıcak bir kahve eşliğinde karşılamak her şeye değer. Denizin maviliğine havanın gölgesiz loş maviliği karışmış, müthiş bir dinginlik ve sonsuz bir özgürlük içinde bir yudum sıcak kahve....
      Sabah güneşiyle Çanakkale Boğazı'na giriyoruz. Hava oldukça sakin, rüzgar yok.Zaten boğazda yelken açmak da yasak. İskelemizdeki Abide selamlanıyor. Çeşmeden yola çıktığımızdan beri karşılaştığımız, konuştuğumuz tüm denizcilere Çanakkale Boğazı'nı hangi yakadan geçmenin daha mantıklı olduğunu sorup, yaptığımız mini bir anketten çıkardığımız sonuç; danıştığımız denizcilerin yarısı güney yakasını izleyin, diğer yarısı da kuzey yakasını izleyin diyor. Ben kuzeyli rüzgarlar nedeniyle kuzey yakasından geçme taraftarıyım. Sonunda herkesin gönlü olsun diye tam ortadan, gemi trafiğinden geçmeye karar veriliyor. Öyle ya onca gemi kaptanı yanılıyor olamaz, bir bildikleri vardır elbet. Enes sancakta, ben iskelede kıç vardevela üzerindeki oturaklara tünemiş, manzara ve gemi trafiğini izliyoruz. Pupamızdan, puruvamızdan gelip geçen gemilerin arasında sivrisinek gibi seyir ediyoruz.Ancak yolculuğumuzun sorunsuz kısımı buraya kadarmış. Henüz hiç bir şeyin farkında bile değiliz ama benim şom aklımdan geçen şom düşünceler; " Ya tam burada motor susarsa?..".  Kuşkulanmaya başladım, yoksa sorunları ben beyin gücümle mi yaratıyorum? Aslında şom ağzımı açmam da çok da nedensiz değil. Çünkü motorun sesinde emin olamadığım hafif bir değişiklik sezinliyorum. Kendi kendime pimpiriklenecek değilim ya... Hemen Enes'e de bulaştırıyorum pimpiriklerimi. Kafalar kamara kapısından uzanıyor, motorun sesi dinleniyor. Ses hep böyle miydi? Yok yok böyle değildi, bir tuhaflık var gibi.  Egzoztan gelen soğutma suyuna bakıyoruz, biraz az gibi. Enes dinlenceye inip elini egzoz suyuna uzatıyor. "Abi su baya sıcak sanki." Ben uzanıp bakıyorum, evet suyun sıcaklığı oldukça yüksek. Anında pimpirik hali panik haline dönüşüyor. Boğaz akıntısına karşı giderken motor susarsa bu gemi trafiğinde ve bu derinlikte demir atmamız olanaksız. Aklımıza gelen ilk çare, hemen kuzey yakasına dümen kırıp, acil bir durumda demir atabilmek için 50 metreden düşük sığılıkta seyir etmek. B planı ise motor susarsa geri dönüp, cenovayı açarak sığınabileceğimiz en yakın yere ulaşmak. Enes, Tarık ve Shero sürekli cep telefonundaki uygulamadan derinlik kontrolü yapıyor. Çapa derinliğine ulaşınca, kıyı kıyı Seyit Onbaşı Anıtı'na doğru dümen tutuyoruz. Ancak aynen dedikleri gibi kıyıda akıntı daha güçlü. 2200 devirde gördüğümüz 5,5 - 6 miller, aynı devirle gitmemize karşın, 2-2,5 mile düşüyor. Motora da çok yüklenmiyoruz ki, kızdırmamamız gerek. Motorun üzerindeki kapağı kaldırıp merdiveni de tamamen kenara çekiyor ve heçi açıyoruz ki; motor biraz hava alsın. Herkes hararet sorununun Çeşme'de taktığımız Volvo Penta impelleri yüzünden olduğu konusunda hem fikir. Bu arada Enes Bir Dakika Usta'yı arayıp, danışıyor. O da impellerdan olabilir diyor. Sonunda güç bela kendimizi Çanakkale Marina'ya atıyoruz. Tam Marina yönetim ofisinin önünde boş bir yeri gözümüze kestirip yanaşırken, palamarımızı almak için karadan bir görevlide yardımımıza geliyor.  Sorunsuzca yanaşıp, impelleri kontrol ederken, Enes eliyle  impellerın giriş hortumunun kelepçesinin hemen altında, hiç gözle görülemeyecek gibi arka tarafındaki bir çatlağı fark ediyor. Bu hortum çatlağı yüzünden impeller pervanesi sağlam olsa da denizden yeterli su çekemeyince, motor ne yapsın, haliyle hararet yapıyor. Enes'le Cengiz patlak hortumu alıp Çanakkale şehir turuna çıkınca, Tarık, Shero ve ben de marinanın duşunda, hem de sıcak suyla ve hem de sabun ve şampuanla bir keyif, bir keyif...Enes'le Cengiz dönünce hep birlikte çarşı turu ve gecikmeli bir  öğle yemeği arasında, nanni motorun orjinal impellerı da bulunuyor. Bu arada marinadaki bir yetkiliden rica ediyoruz el telsizini alıp teknenin yanına geliyor ve telsizi deniyoruz. Çünkü yol boyunca telsizden konuşmaları duymamıza karşın, benim yaptığım hiç bir çağrıya hiç kimse yanıt vermiyordu. Komplekse girmiştim, kimse beni kale almıyordu... Meğerse telsizin vericisinin arızalı olduğu anlaşıldı da kendime güvenim yerine geldi. İmpeller ve hortum değiştikten sonra Shero ile Çanakkale'de vedalaşıp  yola çıktıktan kısa bir süre sonra Cengiz, elinde benim bilgisayar çıktısı google haritalarımla, kamaradan çıkıp "Olmuyor, ne yaparsak yapalım Pazar günü Darıca'ya varamıyoruz" diye söylenmeye başlıyor. Haliyle yaşadığımız aksaklıklar bize en az iki gün kaybettirdi. Yekeyi otopilota bağlayıp haritalar üzerinde hararetli bir tartışma başlıyor. En kestirme ve hızlı rota direk Marmara Adası. Erzak ve mazot takviyesinin ardından direk İzmit Körfezi ki, öyle bile olsa, ancak Pazartesi sabahı Darıca'ya varabiliriyoruz. Ayrıca, her nedense (!), bir arıza olur filan korkusuyla, ben bütün gece Marmara'nın ortasından seyir etmeye karşı çıkıyorum. Sonunda rota Gelibolu'ya dönüyor. Cengiz Gelibolu'dan otobüse binip eve dönmeye karar veriyor. Enes, Tarık ve benim zamanla ilgili çok sıkıntımız olmadığı için, geri kalan yolu gece yolculuğu yapmadan sabah Gelibolu'dan çıkıp, ertesi geceyi Marmara Ereğlisi'de geçirip, Pazartesi akşam üzeri Darıca'ya varmayı planlıyoruz.
      Gelibolu'ya vardığımızda hava tamamen kararıyor. Feribotların dümen suyuyla sağa sola savrularak kıyıya yanaşmaya çalışıyoruz. Enes ve Tarık telefonlarındaki uygulamadan barınak girişini görüyor. Ama gece karanlığında görünen bir barınak girişi yok. Tarık buruna geçiyor; "Tamam girişi gördüm. Enes düz devam." diye bağırıyor. Ama ben 5,5 derece gözlüklerimle karada araba ve tesis ışıklarından başka bir şey göremiyorum. "Oğlum nereye gidiyoruz. Giriş miriş yok bodoslama kara yoluna çıkacağız" diye bağırıyorum. İyice yaklaşınca iki tarafında taraça şeklinde balık lokantalarının arasından iki tekne geçebilecek açıklığı görünce biraz rahatlıyorum. Biz iki lokanta arasından rolentide içeri girerken, millet keyifte, kadehler tokuşuyor. İlk aklıma gelen laf boğazınızda kalsın... Çünkü büyük olasılıkla biz onlara, ay ışığında kuğu gibi süzülerek geçen bir tekne gibi görünüyoruz ve rakılarına manzara oluyoruz. Bir kez daha boğazınızda kalsın diyeceğim de, benim gözlerim körse onların ne suçu var. Zoraki bir afiyet olsun der gibi bakışıp geçiyoruz. Liman içine girince kıyı tarafında bir yelkenliyi görüp, derinlik konusunda cesaretlenip yanına kıçtan kara bağlanıyoruz. TL TL bakan palamarcı da bize yardımcı oluyor. Sabah konuşuruz diyoruz. Tabi gün aydınlanmadan gelirse niye konuşmayalım ki...Karaya çıkıp gecikmiş bir akşam yemeğinden sonra Cengiz'i otobüse bindirip uğurlamak zorunda kalmamız hepimizin biraz canını sıkıyor ama başka çaremiz de yok. Tekneye dönüyoruz ama keyif yapacak bir ortam yok. Zaten kaldırıma palamarımızı bağlamışız, araç ve insan trafiği yoğun, her taraftan gürültülü müzik sesleri... Kamaraya girip, yatıp, uyuyoruz. Bu da en büyük keyif zaten...Sabahın alaca karanlığında, henüz kargalar bile kahvaltısını bulamamışken, bizim palamarcıyı bulacak halimiz yok. Zaten kaybedecek zamanımız da yok. Palamarlar çözülüyor. Yine her taraf loş mavi, yine buram buram kahvenin ilk yudumları, yine her tarafta sonsuz bir dinginlik...Rotamız kesin olmamakla birlikte Marmara Ereğlisi. Kahvaltıdan sonra, öğlene kadar önemli bir olayla karşılaşmıyoruz. Bomboş, kıpırtısız, açık denizde motorun tek düze sesi ile yol alıyoruz. Üçümüzde de altı günlük yorgunluk. Ama bütün suçu motora atıp, motoru biraz dinlendirmemiz gerek diyerek, denize girmeye karar veriyoruz. İlk Enes kendini atıyor denize. Atlamasıyla da faltaşı olmuş gözlerle dinlenceye uçarcasına çıkması bir oluyor. Ne oluyor demeye kalmadan, "Abi altımdan dev gibi bir karaltı geçti" diyor. Önce şaka yapıyor sanıyoruz ama bakıyoruz ki durum ciddi, etrafta yusuflar dolanmaya başlıyor. Bu sıcakta yüzemeyecek olmamız canımızı sıkıyorken, kısa bir süre sonra teknenin yanı başında bir sürü gülümseyen dalgacı yunus, biz yusuf değiliz der gibi sıçrayıp duruyor. Hemen deniz oyunları başlıyor. Amatör su altı kameramızla, tekneden atlama ve su altı çekimleriyle yarım saat kırk dakika eğlenip tekrar marşa basıyoruz. Biz de yorgunuz, motora da fazla abanmak istemiyoruz ama sonuçta yine hava karardığında Marmara Ereğlisi'ne varıyoruz. Yine tipik, barınak içi derinliği kaygısı klasiğini yaşarken, yanımızdan geçen bir balıkçı motoruna ışıkla işaret verip yavaşlatıyor ve bağıra çağıra barınak derinliği konusunda bilgi alamıyoruz. Sonuçta aklımıza dahiyane bir fikir geliyor. Dingiyi denize indiriyoruz. Ağırlık kemerinden söktüğümüz bir kurşunu halata bağlayıp iskandil yapıyoruz ve Tarık'ı dingiye bindirip liman içine gönderiyoruz. Tarık kürek çekerek iyice tekneden uzaklaşınca, başka bir korku, kaygı başlıyor. Ortalık oldukça karanlık ve limana sürekli büyük balıkçı tekneleri girip çıkıyor. Bağırıp çağırıyoruz ama Tarık'a sesimiz gitmiyor. Neyse ki telefonu yanında da telefon ediyoruz ve telefonun ışığını açıp kendini göstermesini söylüyoruz. Neyse ki, kazasız belasız Tarık tekneye dönüyor. Girişin açık tarafının derinliğinin çok iyi olduğunu, ancak büyük balıkçı teknelerinin bağlı olduğunu söylüyor. Limana girip büyük sac bir balıkçı teknesine aborda oluyoruz. Usturmaçalarımızı ayarlayıp, halatlarımızı bağladıktan sonra, yanımızdaki tekneye tırmanıyoruz. Sonra yanındaki tekneye atlayıp, onun yanındakine sarkıp, elimizde çöp poşetleriyle karaya ulaşabiliyoruz. Her zaman karaya ilk ayak bastığımızda olduğu gibi, en acil, aranan ilk en önemli yer tuvalet oluyor. Karada en sevdiğimiz yer. Ama öyle kolay ulaşılmıyor tabi. Zorunlu ve sıkıntılı bir sıra beklemenin sonunda herkes o müthiş mutluluğa ulaşıyor. Gerçi geceden geceye karaya çıkınca kabinler çok sallanıyor ama olsun, dünya orada sonuçta. Gecenin ilerleyen saatlerinde çok da önemli bir amacımız olmadan caddelerde yürüyoruz. Gelip geçen herkes sarhoş. Bura insanı böyle demek ki diye konuşuyoruz ama sıkıntı yok biz de sallanarak yürüdüğümüz için herkes bizi buranın yerlisi sanıyor. Sonunda karnımızı doyuracak bir yer bulup, ardından da bir tekel shopta erzak takviyesi yapıp, barınak kıyısındaki bir kafeye giderek, deniz görmeyen bir masaya oturup güzel bir çay keyfi yapıyoruz. Saat gece yarısını geçerken, elimizdeki erzak çantalarıyla, üç tekne parkurunu aşıp teknemize ulaşınca baya bir rahatlayıp, Tarık'la ben o yorgunluğun üzerine birer bira yuvarlıyoruz. Enes de maden suyu keyfi yapıyor ve yatıp uyuyoruz. Yine ertesi sabahın mavi karanlığında palamarlar çözülüp, güneşten önce hareket ediyoruz. Bir süre havuz gibi denizde motor kuvvet yol aldıktan sonra, güneş doğarken çok iyi bir rüzgar yakalıyoruz. Önce ilk iş hemen cenova açılıyor, ardından ana yelkeni de açınca hızımız 12 knotı buluyor. Tabi motor da çalışıyor. Bu tantanaya Tarık da kamaradan çıkıyor. Apaz seyrinde tekne sancağa iyice yatıyor. Hepimizde müthiş bir keyif... Ancak bu keyif bir buçuk saat kadar sürüyor. Sonra yine palpa liman... Motor kuvvet... Gölge kapmaca...Güneş tepemizde cayırdıyor.
Darıca Yolunda 0 hava ve el yapımı 
tentemiz.
Enes'in Küçükkuyu'da gölgelik yapma niyetiyle aldığı kumaşı sağdan soldan gerdirip, biraz rahat etmeye çalışıyoruz.  Hafif bir pus, etrafta görünen bir kara yok. Marmara'nın ortalarında bir yerlerdeyiz. Deniz havuz gibi kıpırtısız. Bir ara sancağımızda bir sürü martı ve yunus denizin üzerini hareketlendiriyor. Yorgun, bitkin gözlerle izlemekten başka hiç bir şey yapmıyoruz. Hiç birimizde olta atıp, balık için dönüp duracak hal yok.Öğleden sonra, puruvamızda, sancak baş omuzlukta Bozburun, iskele baş omuzlukta adaları süliet halinde görmeye başlayınca, hepimizin yorgunluğu varıyor olmanın rehavetine dönüşüyor. Enes, nasıl yorgun olmalı ki, o sıcakta kamaraya girmiş, horul horul uyuyor. Tarık da aynı yorgunlukla güvertede, güneşin altında derin uykuda. Oto pilot çalışıyor. Ben kamara girişine oturmuş, üzerimdeki bumbaya havludan gölgelik yapmış, kafamı da kamaranın sürgülü kapağına dayamış, yarı kapalı gözlerle rotayı kontrol ediyorum. Tabi sözde... Bir ara, ne kadar süre bilemiyorum, benim de içim geçmiş. Bir an gözlerimi açıyorum, önümüzde bomboş bir deniz... Ne Bozburun var, ne de Adalar... Ne oluyoruz diye telaşla bakınırken, bir de baksam, Bozburun da, Adalar da arkamızda kalmış. Meğerse ben rüyamda Darıca barınağına giriyorken, bizim otopilot devreden çıkmış, tekne 180 derece dönmüş, biz tekrar Marmara'ya açılmaktayız. Hemen yekeye koşup, teknenin rotasını düzeltip, tekrar otopilotu devreye sokup, dereceyi giriyorum ve yine tüneğime yerleşiyorum. Biraz uykum açılır gibi olsa da, motorun tekdüze horultusunun da etkisiyle yine göz kapaklarım ağırlaşıyor. Millerce ileride önümüzden geçen bir kuru yük gemisinden başka görünürde hiç bir şey yok. Derken benim yine içim geçmiş. Bir ara, her nedense gözlerimi açıyorum ki, ne görsem... Önümde dağ gibi koca demir bir duvar. Geminin bordasına bodoslama gidiyoruz. Biz gidene kadar çoktan geçip gidecek sandığım gemi, meğerse boğaz girişinin açıklarında demirlemiş, duruyor... Can havliyle kamaranın kapısından yekeye uçuyorum. Dümeni bütün gücümle tam sancağa kırınca, tekne büyük bir ivmeyle 90 derece dönüyor. O sarsıntıyla Tarık da uykulu gözlerle etrafa bakınmaya başlayınca, ona gemiyi gösterip, "Hep büyük bir geminin çok yakınından geçsek demiyor muydun, ahanda geçiyoruz." diyorum. O kargaşaya Enes de kamaradan çıkıyor. Olanları anlatınca kimse de uyku falan kalmıyor. Zaten güneş etkisini iyice yitirmiş ve biz de iyice körfeze girmiş durumdayız. Adaları geçtikten sonra yine güzel bir rüzgar yakalayıp, cenovayı açıyoruz. Varış sevinci, rüzgar, yelken hepimizin uykusunu açıyor. Tuzla'yı geçip, Darıca fener burnu açıklarındayken, denizde balıkta olan ve bizim seyrimizi facebook'tan takip eden bir arkadaş, Aydın, telefon edip"Gelen yelkenli siz misiniz?" deyince, gurbet elde memleketten bir ses duymuş gibi içim bir tuhaf oluyor.
      Ayvalık'ta bizden ayrılan Erol Abi, çoktan Darıca'ya dönmüş. Emektar sandalıyla liman açıklarında bizi karşılıyor. Sandalını yedeğimize alıp hep birlikte limana giriyoruz. Karada eşim Deniz, annesi, oğlum Doğaç ve bir kaç arkadaş coşkulu bir varış beklentisi içerisinde. Biz ise bitkin bir şekilde liman içine demirimizi atıp, Erol Abi'nin emektarıyla karaya çıkıyoruz. Bekleyenlerimizle sarmaş dolaş, büyük bir mutluluk anı... Hiç açık deniz deneyimi olmayan bir grup deniz aşığının mutlu sonu... İnsanlık için küçük ama bizim için büyük bir adım...




 

1. Gün 1. Etap: Varılan nokta Küçükbahçe Beldesi sahilinde gizli bir koy. Her havaya kapalı. Açık tarafında balık çiftlikleri var. Koyun içerisinde balıkçılara ait boş büyük tonozlar bulunabiliyor. Bir kaç balıkçı teknesinden ve barınak tarzı yapılardan başka bir şey yok. Deniz çok temiz ve canlılık oranı oldukça yüksek.


2.Gün 2.Etap: Varış noktası Küçükkuyu. Yer bulma sorunu pek olmuyor ama görevli kafasına göre gecelik ücret isteyebiliyor. Liman içinde  restoran ve kaffeler bol. Geç  saatlere kadar kalabalık devam ediyor. İnsanlar çok yardımsever. Liman içinde sahil güvenlik sürekli kaçak göçmen taşıyor.


4.Gün 3.Etap: Varılan barınak Yeniköy. Liman içinde derinlik çok güvenli değil.  Sahilde bir plaj, bir duş :) ve bakkal restoran karışımı salaş bir balıkçı lokantası var. Yerleşim alanına toprak bir yoldan araçla çıkılabiliyor. Hava karardıktan sonra yarım saat çok fazla sivri sinek oluyor.


5.Gün 4.Etap: Varış noktası Gelibolu. Barınağa feribot iskelesinin hemen yanından giriliyor. Giriş çok dar ve feribot manevraları sıkıntı yaratabiliyor. Girişin iki yanı restoranların balkonuyla kaplı ve giriş özellikle gece için sıkıntılı. Yer zor da olsa bulunabiliyor ancak ücret görevlinin insafına bağlı. Tamamen şehir içinde, cadde kenarı, insan ve araba trafiği çok yoğun.






6.Gün 5.Etap: Varış noktası Marmara Ereğlisi. Küçük bir barınak. Kıyı tarafı sığılık. Barınağın açık tarafındaki derinlik iyi ancak orası da büyük balıkçı gırgırlarıyla dolu. Yer bulmak sorun. Balıkçı teknelerine aborda olup, bir kaç tekne üstünden geçerek karaya ulaşılıyor. Ya da bize öyle denk geldi.


7.Gün 6.Etap: Varış noktası DARICA. Henüz tam bitmemiş bir barınak. Herkes kendi tonozunu atıyor (şimdilik). Ücret ödenmiyor (şimdilik). Bittiğinde 5 pontonu olan küçük ölçekli bir marina olacağı söyleniyor. Her havaya kapalı ancak lodosta dalgalar mendireğin üstünden aşabiliyor :)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder